11:28
0

Şarkı ve Türkülere konu olmuş hikâyeler

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ 

Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç asker'de vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır. 

Hastane önünüde incir ağacı 

Doktor bulamadı bana ilacı 

Baştabib geliyo zehirden acı 

Garip kaldım yüreğime dert oldu 

Ellerin vatanı bana yurt oldu 

Mezarımı kazın bayıra düze 

Benden selam söyleyin sevdiğim gıza 

Başına koysun, karalar bağlasın 

Gurbet elde kaldım diye ağlasın

…………………………………………………………………………………………………………………

Misket, ufacık tefecik bir elma türü... Huriye de Ganizadeler'in ufakcık tefecik şipşirin kızlarının adı. Huriye, sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır, yolu gözler; sebep, Osman Efe... 

Ankara'nın sayılı efelerinden Osman, genç, yakışıklı, geniş omuzlu,burma bıyıklı... Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de. Osman Efe, evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye, tırmanıyor misket ağacına. İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor. Osman Efe, Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç, ''misket'' diyor Huriye'ye. 

Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa, bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında. Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa, Huriye'yi istetiyor. Babası, ''Kır Ağa, yiğit insandır, malı mülkü yerindedir'' diyerek Huriye'yi vermek ister. Annesi, Huriye'nin ağzını arar, fakat Huriye ''ölsem Kır Ağa'ya varmam'' cevabını verir. 

Huriye, akşamı zor eder. Bahçeye çıkıp, Osman Efe'nin yolunu gözler. Uzaktan atını görünce, tırmanıp çıkar elma ağacına. Durumu bildirir Osman Efe'ye. 

Osman Efe, çılgına döner. Kır Ağa'ya haber gönderir, ''Kendini sever, sayarım. Yiğit kişi bellerim. Yolumdan çekilsin. Sonu iyi olmaz'' der. Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler, bire bin katarak anlatırlar ''Osman diyor ki, Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak. Leşini sararım'' diye... 

Kır Ağa, ''Demek dünkü çocuk bize meydan okuyor. Kendine güveniyorsa karşıma çıksın'' diye Osman Efe'ye haber gönderir. Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar. Osman Efe Kır Ağa'ya, Kır Ağa Osman Efe'ye kinlenir. Sonunda kıran kırana kavga etmeye, sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar. 

Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar. Bıçaklar çekiliyor. Huriye ise durumu merakla bekliyor. Çıkmış elma ağacı üstüne, yoları gözlüyor. Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor. Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor. Kır Ağa birden duruyor. ''Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide, ben kıyamam. Koç olacak kuzuya bıçak çekemem. Vur bıçağını bağrıma. Misket senin olsun'' diyor. Osman Efe önce şaşırıyor, sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın. 

Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor. Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan. Daldan dala geçip, gelenleri seçmeye çalışıyor. Derken kalabalık yaklaşır, önde Kır Ağa, arkasında kalabalık. Gözleri Osman'ın arıyor, göremiyor. Birden başı dönüyor, gözleri kararıyor, tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor. 

Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca, bir feryattır kopuyor. Osman Efe, sığmıyor oralara. Kadınlar kızlar perişan. Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor. 


Güvercin uçuverdi 
Kanadın açıverdi 
Elin oğlu değil mi 
Sevdi de kaçıverdi 

A benim aslan yarim 
Duvara yaslan yarim 
Duvar cefa götürmez 
Sineme yaslan yarim 

Güvercinim uyur mu 
Çağırsam uyanır mı 
Yar orada ben burda 
Buna can dayanır mı 

A benim hacı yarim 
Başımın tacı yarim 
Eller bana acımaz 
Sen bari acı yarim 

Caminin müezzini yok 
İçinin düzeni yok 
Çok memleketler gezdim 
Misget'ten güzeli yok 

Daracık daracık sokaklar 
Misget şeker topaklar 
Pul pul olsun dökülsün 
Seni öpen dudaklar 

Caminin ezan vakti 
İçinin düzen vakti 
Ben Misget'i yitirdim 
Sonbahar gazel vakti 

Gökte yıldız sayılmaz 
Çiğ yumurta soyulmaz 
Üçer avrat almayan 
Hiç erkekten sayılmaz

…………………………………………………………………………………………………………………………………..

Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı. Bu ozanların çoğunluğunu Sorgun ilçesindeki ozanlarımız oluşturmaktadır. 

Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ay yüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler. 

Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beşçamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediği, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri. 




Dersini Almış Da Ediyor Ezber 
Dersini almış da ediyor ezber 
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler 
Aman aman ben yarelendim aman 

Bu dert beni iflah etmez del'eyler 
Benim dert çekmeye dermanım mı var 
Aman aman sürmelim aman 

Kaşın çeymelenmiş kirpik üstüne 
Havada bulutun ağdığı gibi 
Aman aman ben yarelendim aman 

Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış 
Yağmurun güllere yağdığı gibi 
Aman aman sürmelim aman 

Yozgat'ı sel almış Soğluk'u duman 
Sıtkınan severim billahi inan 
Aman aman ben yarelendim aman 

Ölünce mezara girdiğim zaman 
Ben susuyum kemiklerim söylesin 
Aman aman sürmelim aman 



Nida Tüfekçi 
Akdağmadeni

……………………………………………………………………………………………………………………………

YÜKSEK YÜKSEK TEPELERE 

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar 
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler 
Annesinin bir tanesini hor görmesinler 

Uçan da kuşlara malum olsun 
Ben annemi özledim 
Hem annemi hem babamı 
Ben köyümü özledim 

Babamın bir atı olsa binse de gelse 
Annemin yelkeni olsa uçsada gelse 
Kardeşlerim yollarımı bilsede gelse 


Çok eski bir söylentiye göre Malkara köylerinden birinde Zeynep adında çok güzel bir kız vardr. Onun güzelliği dillere destandır . 

Günün birinde , Zeynep´in köyünde büyük bir düğün olur.Bu düğüne çevre köy ve kasabalardan insanlar cağrılır.oyunlar eğlenceler yapılır.Gösterilerin en önemliside at yarışlarıdır . Bu düğüne ,üc gün üc gece yol teperek gelen Ali adında bir genç iyi bir at yarışçısıdır.Bu gencin gözü bir ara Zeynep´ e ilişir ..Yüreğinde sıcak nehirler dolaşmaya başlayan Ali köyüne döndüğünde durumu babasına açar, aldığı olumlu cevap karşısında aile büyükleri ile Zeynep´i istemeye gelirler. 

Kız babası-anası kızlarını uzak yere vermek istemeselerde kısa zamanda düğünleri olur.. 
Zeynep gelin olduktan sonra yedi sene ailesini kardeşlerini ve köyünü göremez ... 
Tüm yalvarmaları boşa giden Zeynep´in yüreğindeki hasret günden güne büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. 
Zeynep artık teselliyi Türkülerde bulur .Ezgiler yakmaya başlar .Kına gecelerinde ve düğünlerde söylediği türkülerle gelinleri kızları büyüler.. 

Zeynep´in evi köyün en yüksek tepesindedir ,türkülerini oradan söyler.. 
Kocası Zeynep´in hasretine aldırış etmez sevgisi çoktan bitmiş itip kakmalar başlamıştır .. 
Zeynep kocasının bu tutumundan yataklara düıer ...Sonunda köy halkı Zynep´in anne ve babasının gelmesine karar verir, kocasının da baska çaresi kalmamıştır .. 
Uzun yolculuktan sonra Zeynep´in anne ve babası gelirler ..Zeynep son nefesinde yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar türküsünü anasına babasına mırıldanır .Çevresindeki tüm insanlar duygulanıp göz yaşı dökerler . 
Hasretini biraz olsun gideren Zeynep için çok geç kalınmıştır .O bir daha yataktan kalkamaz.Türküsü de o günden bu güne söylenip durur
.

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Tekirdağ'ın Kayı köyünden genç bir kız ve bu kızın bir sevgilisi vardır. Fakat kızın ailesi istemeye geldiklerinde kızlarını bu gence vermezler. Aynı köyden bir başka genç ile kızlarını evlendirmeye karar verirler. Düğün günü gelip çatar ve kına gecesi geline kına yakılır. Gelin bu evliliğe karşı olduğu için ertesi gün sabaha karşı herkes uykuda iken kendini denize atar. Halk arasında genç kızın arkasından sevgilisinin de kendisini öldürdüğü söylenmektedir. 


ARDA BOYLARINDA KIRMIZI ERİK 


Arda boylarında kırmızı erik 
Halime'nin ardında on yedi belik 

Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni 
Şu genç yaşta denizlere attın ya beni 

Alıverin feracemi anneciğim diksin 
O gıymatlı İsmail’ e kendisi gitsin 

Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni 
Şu genç yaşta denizlere attın ya beni 

Uy uyan Recebim senin olayım 
Ardalar aldı ya nerde bulayım 

Arda boylarına ben kendim gittim 
Dalgalar vurdukça can teslim ettim 

Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni 
Şu genç yaşta denizlere attın ya beni 


Nihat Kaya 
Rumeli

……………………………………………………………………………………………………………………….

Dillerden düşmeyen türkülerimizden birisi de "Bir Cigara İç Oğlan" dır. Bu türkü de Siverek'e ait yer adları, yörenin şivesi ve deyimleri bulunduğu için başka yörelere mal edilmesi mümkün olmamıştır. 

Siverek'in meşhur mevkiilerinden Hacı Pınar düzünde dükkanı olan Bakkal Mahmud'un güzel mi güzel bir kızı vardır. 

Olayın yaşandığı dönemde Siverek'te bulunan Süvari alayında askerlik görevini yapan bir genç Hacı Pınarındaki Bakkal Mahmud'un dükkanının önünden geçerken, babasına yardım için dükkanda bulunan kızı görünce mıhlanır kalır. 
Gözü kızdan başka birşey görmez olur. Kız da bunun farkına varır. Asker bundan sonra sık sık alışveriş bahanesi ile oradan gelir gider. İki genç birbirine vurulmuşlardır. Gençlerin tavırları komşularının da dikkatini çeker. Kizin babası da işin farkına varır. Asker kızı babasından ister. Ancak bu yabancı gence verecek kızı yoktur babanın. Kız derdini türküye döker ve oğlana "Şimdi söyleyeceklerini duyunca üzülmemesi için", "Bir cigara(sigara) iç oğlan" iç ki üzüntün biraz azalsın, "Gel kapıdan geç oğlan", "Beni sehen(sana) vermezler" boşuna uğraşma beni sana vermezler der. Bu sevdaya dayanamazsın ,erimeni ve yıkılmanı istemiyorum. "Bu sevdadan geç oğlan" diye sevdiğinin umudunu kesmesini ister. Oğlan ise, içindeki sevda ateşini "Hacı Pınar'ın düzü, felek ayırdı bizi" deyip kızı vermeyen anne babayı feleğe benzeterek sitemini dile getirir. "Bakkal Mahmud'un kızı, yaktı yandırdı bizi" dizeleriyle bu sevda ateşinin yüreğini yakıp kavurduğunu dile getirir. Kız ise oğlanın kendisine de sitem ettiğini sanarak "Oğlan seni seviyem, kimselere demiyem" diyerek oğlana sevdalı olduğunu belirtir. "Anam babam vermiyor da onlara edemiyem" sözleriyle, istemeyenin kendisi olmadığını, anasının babasının vermediğini ve onlara da gücünün yetmediğini anlatmaya çalışmaktadır. 

Nihayet babasının kızı vermeyeceğini anlayınca kızla anlaşarak kaçmaya karar verirler. Sözleştiği bir gece kızı atına attığı gibi kaçırır ve kendi memleketine götürür. Araya yıllar girer. Çoluk çocuk derken barışırlar. Daha sonra Şanlıurfa'nın Ceylanpınar ilçesine yerleşirler. Hayatlarının sonuna kadar burada yaşarlar. 



Bir Cigara İç Oğlan 

Bir cigara iç oğlan 
Gel kapıdan geç oğlan 
Beni sehen vermezler de 
Bu sevdadan geç oğlan di gel gel 

Oğlan seni seviyem 
Kimselere demiyem 
Anam babam vermiyor da 
Onlara edemiyem di gel gel 

Hacı Pınar'ın düzü 
Felek ayırdı bizi 
Bakkal Mahmud'un kızı da 
Yaktı yandırdı bizi di gel gel 

Kekliğim avla beni 
Dağlara salma beni 
Gece yanında uyut 
Gündüzler bağla beni di gel gel 


Ramazan Özgültekin 
Siverek

………………………………………………………………………………………………………………………….

Gaziantep" dendi mi, ne düşer aklınıza? Yiğitlik mi, Antep fıstığı mı, baklava mı?

Bana, bunların yanısıra folkloru anımsatır, bu sevilesi ilimiz. Kızlı-erkekli halk oyunları gelir gözümün önüne; dizgisi de, ezgisi de sağlam türküleri gelip konar dilimin ucuna. Dalar gider; Antep türkülerinde Muzaffer Akgün'ü, Lohan'lı Ökkeş'i, Şerif Akbağ'ı dinler gibi oluyorum: "Antep'in etrafı gül ile diken, ayrılıktır benim belimi büken" ya da anlı-şanlı "Karayılan". Sonra, öyküye sığmayıp türküleşen; ağzınıza layık bir çorbaya bile ad olan "Ezo Gelin", Antep yöresinde anıldığı adıyle "Özey Gelin". 

Bu ünlü ve paylaşılamayan halk türkümüzün öyküsünü, kalemimin döndüğünce özetlemek istiyorum size. Hemen belirteyim: Bu konudaki bilgileri, Kilis'li folklor uzmanı dostumuz Mazlum N. Kılıçkıran'la birlikte taradığımız Barak ovası köylülerinden; Gaziantep kültürünün rakipsiz avukatı Cemil Cahit Güzelbey'den; Gaziantep Kültür Derneği Başkanı Hulusi Yetkin'den ve Gaziantep folkloru konusunda çok değerli yapıtlar ortaya koyan Mehmet Solmaz'ın "Ezo Gelin" adlı kitabından aldım. 

Asıl adı "Zöhre" olan Ezo Gelin, 1909'da Oğuzeli ilçesinin Uruş köyünde doğdu. Babası, Bozgeyikli oymağından Emir Dede, anası Elif'tir. Nüfus kaydında halen bekar görünen Ezo'nun, üçü erkek, üçü kız, altı kardeşi daha vardır. 

Ezo, erken gençliğinden itibaren, güzelliğiyle dikkatleri üstünde topluyordu. O kadar ki; düğünlerde gözler, gelinden çok onun üzerinde gezinirdi. Ezo'yu, birçok zenginin yanısıra, (o zamanki) Halep (ilimiz)in Carablus ilçesinin Kozbaş köyünde oturan teyz'oğlu Memey (Mehmet) istiyordu. Takdirde yazılan tedbirde bozulmazmış; Ezo'nun ilk evliliği ne bu ağalardan biriyle oldu, ne de teyz'oğluyla... 

Anlatanlar, Ezo'nun güzelliğini nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Öykümüze geçmeden, Ezo'nun güzelliği üstüne dillerde dolaşanları özetlemeye çalışalım: 

-Öylesine güzelmiş ki Ezo; görenler, iki yanağına birer elma oturtulmuş sanırlarmış. 
-Öyle güzelmiş ki Ezo, bakanlar bakmaya doyamazlarmış. 
-Öyle güzelmiş ki, bir yaz günü kapısını çalıp bir kap ayran isteyen gurbetçi bir çerçi, Ezo'nun güzelliği karşısında şaşalayıp, Ezo'nun uzattığı ayran tasını yere düşürüp kırmış. 
-Öyle güzelmiş ki Ezo; gülümseyerek bakmasıyla, düşmanları barıştırırmış, 
-Öylesine güzelmiş ki Ezo; olursa o kadar olurmuş... 

Ezo'nun güzelliği söyleyen dillere söylence (efsane) olurken, Barak ovasında bir genç adamın adı dillerde dolaşır olmuştu. Bu, komşu Beledin köyünden, "Şitto" Hanefi Açıkgöz'dü. Şitto'nun bağlaması, akarsulara "Siz şırıldamayın, ben şırıldayım"; sesi de bülbüllere, "Siz şakımayın, ben şakıyayım" diyen cinstendi. Tekmil Barak ovasında düğünler kambersiz oluyordu da, Şitto Hanefi'siz olmuyordu. O sıralar Hanefi 30; ay'a "Sen doğma ben doğayım" diyen güzeller güzeli Ezo da 20 yaşlarındaydı. 

Gün o idi ki; Uruş köyünde Hacı Mamuş'un düğünü vardı. Düğüne Zöhre (Ezo) de, Şitto da çağrılıydılar elbet. Düğünde tüm gözler gelini de güveyiyi de unutup, Ezo ile Şitto'yu izledi. Şitto, Ezo'ya gönlünü kaptırdı. Şitto Hanefi'nin gönlüyle kafası aynı telden çalıyordu. Bu nedenle, Ezo'ya dünür yolladı. 
Hanefi, ala ala "Düşünelim"cevabı aldı. 

Araya acımasız zaman girdi. Bu ara Şitto, kendi köyü Beledinden Mehmet Örtürk'le, yörenin töresi olan "Değişik" uygulamaya karar verdi. (Bu töreye göre, bir erkek,hısımlarından bir kızı bir arkadaşına verir, arkadaşının hısımı bir kızı alır. Böylece iki tarafta çevrede "Kalın" diye anılan başlıktan kurtulmuş olur.) Şitto halası Hazik'i (Hatice'yi) Mehmet'e verecek; buna karşılık, Mehmed'in kızkardeşi Selvi'yi alacaktı. Araya girenler girdi; bu "Değişik" gerçekleşemedi. Öyle ki; Şitto Hanefi, eş-dostla acı-yüz (yani onların yüzüne bakamaz) oldu. 

Derler ya; "İnsan sarayda olmamalı. Saray insanda olmalı..." Şitto'nun doğru dürüst evi bile yoktu ama, yüreğinde Ezo geziniyordu. Eşin dostun araya girmesiyle, Ezo Şitto'ya çatıldı. "Ele gelin gelir, bize kalın gelir" demişler. Bu evlenmede Şitto'ya kalın (başlık) da gelmeyecekti. Çünkü, Şitto Ezo'yu almasına karşılık, Ezo'nun ağabeyi Zeynel'e halası Hazik'i verecekti. Alan razı, veren razı.... 

Güzün ortanca ayında iki düğün birden kuruldu. Şitto'yla Ezo'nun düğünü Beledin köyünde; Zeynel'le Hazik'in düğünü Uruş'ta kuruldu. Zurna öttü davul vuruldu... Alındı, verildi; iki köyde, gerdeğe girildi. Sen sağ ben selamet. Bu demektir ki iki köy de iki mutlu yuva kuruldu. 

Şitto ile Ezo, sizlere layık bir mutlu yaşamı sürdürüyordu. Ağızlarının tadı yerindeydi yani. Gel gelelim, mutlulukları göze geldi. 

Daha doğrusu aralarına arabozucular girdi. Yemediler - içmediler, dedikodu yaptılar. Atalarımız "Söz taşıma, taş taşı" demiş ama, bazı kendini bilmezler söz taşıdılar. Hatta kendileri söz uydurup getirdiler, götürdüler... 

Bir harman sonu evlenmişlerdi; ikinci harman sonuna dek birlikte yaşayamadı Şitto ile Ezo, Şitto öykülerini bir cümlede özetler. "Kötü talih geç buldum; tez yitirdim..." 

Şitto,Ezo'yu boşayınca "Değişik" töresince halası,Hazik de geri döndü. Şitto Hanefi,bu acı ayrılışı da yarısının ağzından şöyle anlatır; "Bizim böyle olmamız dostlarımızı acındırıyor,düşmanlarımızı sevindiriyordu." 

Efsanesel güzel Ezo, Şitto Hanefi (Açıkgöz) den ayrıldıktan sonra altı yıl dul kaldı. Yörenin ağızbirliği etmişcesine anlattıklarına göre Ezo, bu süre içinde daha bir serpildi, daha bir güzelleşti. Öyle ki; görenin gözü kalırdı. Nasıl anlatmalı; O bir ışıktı da, tüm erkekler, onun çevresinde pervane kesilmişlerdi. 

Genç-yaşlı, zengin-fakir, nice talibi çıktı Ezo'nun. Her talibi, tek tüy isteyen Hz. Süleyman'ın önünde tüm tüylerini döküverdiği söylenen yarasa örneği, neyi var neyi yoksa önüne seriyorlardı Ezo'nun. Ezo, tam altı yıl, evlenme önerilerini geri çevirdi. 

Sonunda, ailesinin de ısrarı üzerine, kendisine genç kızlığından beri talip olan Teyz'oğlu Memeyle evlenmeye yanaştı. Türkmen oymağından olan Memey Suriye'nin, Carablus ilçesinin Türkiye sınırına yakın Kozbaş köyünde oturuyordu. 

Ezo 1936 yılının güzünde, Uruş'tan Kozbaş'a gelin gitti. Bu evliliği de değişik töresine göre olmuş; onu alan Memey, bacısı Selvi'yi, Ezo'nun ağabeyi Zeynel Bozgedik'e vermişti. 

Ezo'yla Meme'yin iki kızları oldu. İlki, fazla yaşamadan öldü. "Celile" adlı ikinci kızları halen sağdır ve Suriye'de yaşamaktadır. 

Ezo'nun, ikinci kocasıyla geçimi yerindeydi. Ne var ki; "Gurbet" denilen bir ateş yüreğini yakıyordu da. Türk köylüsü "Çalının ardı gurbet" der. Ezo da, Kozbaş'tan Türkiye'yi, Uruş'u görüyordu. Hatta ara sıra doğduğu köye gidip geliyordu ama, bunlar özlemini azaltmıyor, pekiştiriyor, dayanılmaz hale getiriyordu. Yakınları onun "Vara öleyim, tek yurdumda kalaydım" dediğini anlatırlar. 

Ezo bir de "Göreceksiniz, gurbetlik beni öldürecek" der ve öldüğünde, hiç olmazsa Türkiye'yi; Uruş köyünü görecek bir yere gömülmesini dilerdi. 

Dediği de oldu. Suriye'ye gidişinin yirminci yılında, 1956 güzünde Ezo yatağa düştü. Hastalığının ince hastalık (verem) olduğunu, herkes gibi kendisi de biliyordu. Ezo, kızı Celile'yi yatağının başından ayırmak istemiyordu. Ecelle kavil gününün gelip çattığını anlıyor, tek avuntuyu güzel kızı Celile'de buluyordu. 

Ve Ezo Gelin, güz yağmurlarının düştüğü bir cuma, yatsı vakti son soluğunu soludu. 

Eşi ve yakınları, vasiyetini dikkate alarak, onu; arasıra tepesine çıkıp yaşlı gözlerle Türkiye'yi seyrettiği Bozhöyük'ün en yüksek noktasına gömdüler. 

Mezarı oradadır şimdi... O kum ülkesinde. 

Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses 


Cemil Cahit Güzelbay 
Gaziantep 



Ezo Gelin 1 

Ezo gelin, benim olsan seni vermem feleğe 
Güzel yosmam başın için salma beni dileğe 
Anası huridir de kendi benzer de meleğe 
Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle 

Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle 
Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel 

Ezo gelin çık Suriye dağlarının başına 
Güneş vursun da kemerinin kaşına kaşına 
Bizi kınayanın bu ayrılık gelsin başına başına 
Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle 

Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle 
Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel

…………………………………………………………………………………………………………………………

Ahmet, Abdal Deresi'nin kıyısındaki yoksul köylülerden birinin oğluydu. Kara sevdası karşılık bulmuş, Melek ona kalbini açmıştı. Nişanlandılar ve Ahmet askere gitti. Ağa oğlu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu. Melek, Mehmet Ali'yi reddedince, ağa oğlu ve adamları tarafından dağa kaldırıldı. Kötü haberi alınca firar eden Ahmet, silahını alıp, yollara düştü. Gece gündüz Melek'i aradı. Bir gün yağmur yağdı, Yeşilırmak taştı. Çarşamba bir anda göle döndü. Sel, Canik Dağları'ndan aşağı bir çığ gibi, önüne kattığı herşeyi sürükledi. Selin ardından hayat yeniden normale döndü. Abdal Deresi'nin Yeşilırmak'a döküldüğü yerde ahali toplandı. Derenin nehre bağlandığı yerdeki kayanın üstünde, selin getirdiği iki kişinin cesedi görüldü. Cesetler, Melek ve Ahmet'e aitti. Elele tutuşmuş öylece yatıyorlardı. Rivayete göre büyük kaya parçası, yedi yerinden ayrıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırdı. Ahali dua etti. Dualar, yıllardır can alan, insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.' Çarşamba'yı sel aldı' türküsü de, o acı mırıltılardan doğdu. Kayanın bulunduğu yere daha sonra bir su değirmeni kuruldu ve o yöre 'Değirmenbaşı' olarak anıldı. Ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez'de tekrarlanan gelenek, 1970'lerde değirmenin yıkılmasına kadar sürdü. 





Çarşamba'yı sel aldı 
Bir yar sevdim el aldı 
Keşke sevmez olaydım 
Elim koynunda kaldı 

Oy ne imiş ne imiş 
Kaderim böyle imiş 
Gizli sevda çekmesi 
Ateşten gömlek imiş 

Çarşamba yollarında 
Kelepçe kollarımda 
Allah canımı alsın 
O yarin kollarında 

Oy ne imiş ne imiş 
Kaderim böyle imiş 
Gizli sevda çekmesi 
Ateşten gömlek imiş 

Çarşamba yazıları 
Körpedir kuzuları 
Allah alnıma yazmış 
Bu kara yazıları 

Oy ne imiş ne imiş 
Kaderim böyle imiş 
Gizli sevda çekmesi 
Ateşten gömlek imiş


…………………………………………………………………………………………….

Türkü, öldürülen Cemal'e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal'le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife'nin daha sonra evlendiği Hayrullah'tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir. Cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir: 

Ürgüp'ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür. 

Ağıt, Şerife'nin ikinci kocası Hayrullah'ın sonraki yıllar Refik Başaran'a "Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın." diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah'ı da etkiler. Şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır. 



Cemalim 

Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez 
Kıratım acemi konağı tutmaz 
Oğlum da pek küçük yerimi tutmaz 

Cemalim Cemalim algın Cemalim 
Al kanlar içinde kaldım Cemalim 

Ürgüp'ten de çıktığımı görmüşler 
Taşkadı'nın pınarına inmişler 
Beni öldürmeye karar vermişler 

Cemalim Cemalim algın Cemalim 
Al kanlar içinde kaldım Cemalim 

Cemal'in giydiği ketenden yelek 
Al kana boyanmış don ile gömlek 
Bize nasip değil ecelnen ölmek 

Cemalim Cemalim algın Cemalim 
Al kanlar içinde kaldım Cemalim

…………………………………………………………………………………………………………………………..

Burdur’dan Antalya’ya doğru giderken yaklaşık 38 km. uzaklıkta bulunan Arvallı, yeni adı ile Bağsaray köyünde geçer hikaye. 

Hikayeye göre Hatçe isminde bir güzel kadın köyün meydanındaki duvarında çift oluklu pınar bulunan bir evde oturur. Türküde sözü geçen pınar bu pınardır. 

Hatçe güzel ve alımlı bir köy güzelidir. Köyün çobanı Hatça’ya gönlünü kaptırır. O da çobanı sever. Ne var ki Hatçe evlidir.Kader onları bir türlü bir araya getirmemiştir. Her ne kadar olumsuzluklar çok olsa da aşklarına engel olamazlar ve bir zaman sonra birlikte kaçmaya karar verirler. Çobanla birlikte kaçarak Antalya’ya yerleşirler. Yaklaşık 5 ay sonra yakın bir köyde (Kayış) de buna benzer bir olay gerçekleşir ve İbrahim Can isimli mahalli sanatçı bu türküyü yakar. 


Denizin Dibinde (Hatça) 

Denizin dibinde demirden evler 
Ak gerdanın altında çiftedir benler 
O kınalı parmaklarda o beyaz eller 
Yolcuyu yolundan eyleyen dilber 

Ovalara duman inmiş göremedin mi 
A kız kendi saçını öremedin mi 
Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz 
Gel seninle gezelim ince belli kız 

Arvalı'nın önünde pınarlar harlar 
Hatçam çıkmış pencereye ay gibi parlar 
Ben Hatça'yı yitirdim dumanlı dağlar 
Gözlerimin pınarları durmadan çağlar 

Dalga dalga dalga dalga dalgalanıyor 
Hatça'yı görenler sevdalanıyor 
Onu onu onu onu onu onuna 
Ben de yandım Hatça'nın basma donuna 

Yüce dağbaşında ekin ekilmez 
Yağmur yağmayınca kökü sökülmez 
Ellerin köyünde kahır çekilmez 
Doldur doldur ağuları içelim Hatçam 

Ovalara duman inmiş göremedin mi 
A kız kendi saçını öremedin mi 
Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz 
Gel seninle gezelim ince belli kız

…………………………………………………………………………………………………………………………….

Şu Milas'ın İçinde 


Yüksel, Milas Orta Okulu’nda okuyan körpecik güzeller güzeli bir kızdır. İbrahim ise astsubay okuluna gitmeye hazırlanan bir delikanlı. 

İbrahim genç kızın güzelliğine hayran kalır ve ona delicesine aşık olur. Aşkını kabul ettirebilmek için aylarca okul çıkışlarında Yükseli bekler. Her akşam onu evine kadar takip eder ve yolun sonuna geldiğinde arkasından buruk bir şekilde bakarak sessizce geri döner. 

Her karşılaştığında genç kıza aşkına ısrarla anlatır ama hiçbir zaman karşılık bulamaz. Tek taraflı platonik bir aşktır İbrahim’in aşkı. Öte yandan kızın aile yapısıyla delikanlının aile yapısı arasında dağlar kadar fark vardır. Üstelik Yüksel, İbrahim’e hiçbir zaman yakınlık duymaz, hiçbir zaman olumlu cevap vermez. Durumu ailesine bildirir, rahatsızlık duyduğunu, önlem alınmasını ister. 

Gönlü genç kızın gönlüdür. Sevmez sevmez. 

Ama işin içinde bir kara sevda vardır. Zaten nedenleri olmasa bazı sevdalara "kara sevda" denir miydi hiç? 

İbrahim’in Yüksel’e yaklaşması yasak, ama gönül ferman dinlemiyor ki. Bir gün İbrahim’i Askeri okuldan ararlar. Astsubay olmak için her şey hazırdır. İbrahim gitmeden önce son kez Yüksel’in yolunu keser ve onu ne kadar çok sevdiğini defalarca söyler, ısrarla kendisini beklemesini ister. Ama kızın cevabı her zamanki gibi çok sert ve net olur; "Hayır!... Seni istemiyorum. Zorla güzellik olmaz." 

Bundan sonra her şeyi göze almış olan İbrahim kızın evinin kapısını zorlayarak açar, mutluluktan ve yaşamdan ümidini kesmiş, gözü kararmıştır. Elindeki bıçağı genç kıza defalarca saplar. 

Ortaokul öğrencisi güzeller güzeli, körpecik bir kız olan Yüksel hayatının baharında ölümle kucaklaşır. İbrahim ise sonucu biliyormuş gibi yanında getirdiği zehiri içerek kendi hayatına da sonlandırır ve acılar içinde can verir. 


Şu Milas'ın İçinde 

Şu Milas'ın içinde ben bir tek güldüm 
Goncalarım açmadan soldum döküldüm 
Gençliğime doymadan yar için öldüm 
Hazan yaprağı gibi birden döküldüm 

Gönül verdiğim kızın adı Yüksel'di 
Can verirken feryadı da arşa yükseldi 
Kabahat ne ondaydı ne de bendeydi 
Alnımıza yazılmış bu bir eceldi

……………………………………………………………………………………………………………………..

Neşet Ertaş'ın en sevilen türkülerinden biri de "Zahide'm" . Ertaş'a "Zahide'nin kim olduğunu sorduk". "Herkesin bir Zahide'si var" yanıtını verdi. Yine sorduk: 
-Sizinkisi hangisi? 
-Sevdim kavuşamadım... Zahide'm türküsünü çığırdım... Türkü çok tutuldu... Sonra baktım, başka türkücüler, Zahide'm türküsüne yeni yeni dörtlükler eklemeye başladılar... Zahide'm türküsü uzadıkça uzadı.. Sanki destan olup, çıktı... Meğer, herkesin bir Zahide'si varmış. 
-Ya sizinki? 
-Benimki, boynumu bükük koyan bir eski aşk hikayesi. 

(Kendi ağzından) 





Zahidem 

Zahide kurbanım n'olacak halim 
Yine bir laf duydum kırıldı belim 
Gelenden gidenden haber sorarım 
Zahidem bu hafta oluyor gelin 

Hezeli de deli gönül hezeli 
Çiçek Dağı döktü m'ola gazeli 
Dolaştım alemi gurbet gezeli 
Bulamadım Zahide'den güzeli 

Gurbet ellerinde esirim esir 
Zahide kurbanım hep bende kusur 
Eğer anan seni bana verirse 
Nemize yetmiyor el kadar hasır

……………………………………………………………………………………………………………………..

Rize'nin şimdiki adı Portakallık olan Haldoz mahallesindeki bir düğünde kardeşinin bıçakla karnından yaralanması üzerine, kendisine haber verilen Sandıkçı Şükrü olay yerine giderek kardeşini kanlar içinde buluyor ve kardeşini yaralayan Abdi Ağa'nın uşağını (bir anlatıma göre de Abdi Ağayı) orada vuruyor. 

Bu olay üzerine hapishaneye düşen Sandıkçı Şükrü bir süre sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte hapishaneden kaçıyor ve dağa çıkıyor. 

Sandıkçı Şükrü, dağa çıktıktan sonra, yönetimle işbirliği yaparak kendisini hileyle zehirlemek isteyen biriyle karısı Fadime'yi elinden almak isteyen başka birini öldürüyor. Sandıkçı Şükrü'nün adı bu olaylardan sonra daha da yaygınlaşıyor. Fakirlere bir şey yapmaması zenginlerle mücadele etmesi yüzünden halk tarafından da seviliyor ve destekleniyor. Bu ve benzeri erdemleri yüzünden kendisine yardım edenler çoğalıyor. 

Sandıkçı Şükrü'nün türküde adı geçen Perilizade adında zengin birine haberler göndererek, yoksullara mısır dağıtmasını istediği, yoksa kendisini cezalandıracağı tehdidinde bulunduğu söylenir. Nitekim Sandıkçı Şükrü'nün isteğini yerine getirmeyen Perilizade'nin mısırlarını adamlarına toplattırdığı ve yoksullara dağıttırdığı yaşlılarca da anlatılır. 

Rize'nin Camiönü (Arkotil) mahallesinden Hüseyin Kutlu adında Sandıkçı Şükrü dönemine yetişmiş bir yaşlı "Çevrede başı belaya giren Sandıkçı'nın yanına geliyordu. Sandıkçı hem geleni koruyor, hem yardım ediyordu" diyor. 

Kardeşiyle birlikte, türküde adı geçen Urusba (şimdiki adı Uzunkaya) köyünde eski bir kahvede otururken, zaptiyeler çevresini sarıyorlar. Zaptiye Çavuşu Abbas Çavuş Sandıkçı'nın teslim olmasını istiyor, ancak Sandıkçı kabul etmeyerek Abbas Çavuş'tan çekip gitmelerini istiyor. Zaptiye Çavuşu da bunu kabul etmeyince çatışma çıkıyor. Sandıkçı ve kardeşi Zaptiye Çavuşu ile birkaç zaptiyeyi öldürerek kaçıyor. 

Sandıkçı Şükrü'nün bu olaydan sonra bir ara yakalanıp zincire vurularak batıya gönderildiği fakat kapatıldığı yerden atlayıp Rizeli sandalcılar tarafından kurtarıldığı anlatılır. Sandıkçı Şükrü'nün Sinop kalesinde tutukluyken denize atladığı ve kurtulduğu anlaşılıyor. 

Sandıkçı Şükrü'nün yakalanmaması ve her geçen zaman içinde daha çok halk desteği sağlaması üzerine Trabzon Valisi Kadir Paşa önemli sayıda adam toplayarak Sandıkçı'nın üzerine gönderiyor. Sandıkçı'nın üzerine gönderilen süvariler, Kolcu kayıklarının Reisi Varilcioğlu Sadık'ı da yanlarına alıyorlar. Sandıkçı Şükrü Of ilçesinin İkizdere köyü yakınlarındaki Sanlı adlı bir mezrada bir yaşlı kadının evinde otururken ihbar ediliyor. Çevresi atlılarca sarılıyor. Varilcioğlu da yanlarında. 

Sandıkçı Şükrü teslim olmak istemiyor. Fakat eskiden tanıştığı Varilcioğlu Sadık teslim olursa öldürülmeyeceğini söyleyerek onu ikna ediyor. Sandıkçı Şükrü de buna inanarak tüfeği elinden teslim oluyor. Fakat Varilcioğlu ile zabtiyeler teslim olarak önlerinde yürüyen Sandıkçı Şükrü'yü arkadan kurşunlayarak öldürüyorlar. 

Türkülerden, gövdesinin şehre getirilerek halka gösterildiği anlaşılıyor. 

Sandıkçı Şükrü'yü doğrudan gören ve tanıyan Refii Cevat Ulunay, ondan "Yaptıklarına pişman olmuş, fakat affedilmeyeceğini bildiği için teslim olmayan mert bir insan" olarak sözediyor. 

1843-1909 yılları arasında yaşamış Rizeli Kahya Salih adında dinci ve tutucu bir şairin de Sandıkçı Şükrü'yle ilgili bir destanı bulunuyor. Karadeniz Türkçe'siyle yazılan destanda "Şükri dedikleri bir merd eşkıya"nın "Devlet hükümatina" kurşun attığı için öldürüldüğü anlatılıyor. 

Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses 


Eşkiya Dünyaya 

Sene 1341 mevsime uydum 
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım 
Katil defterine adını koydum 
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz 

Sen üzülme anam benim dertlerim çoktur 
Çektiğim çilenin hesabı yoktur 
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur 
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz 

Çok zamandır çektim kahrı zindanı 
Bize de mesken oldu Sinop'un hanı 
Firar etmeyilen buldum amanı 
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz 

Sinop kalesinden uçtum denize 
Tam üç gün üç gece göründü Rize 
Karşı ki dağlardan gel oldu bize 
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz 

Bir yanımı sardı müfreze kolu 
Bir yanımı sardı Varilcioğlu 
Beşyüz atlıylan kestiler yolu 
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

……………………………………………………………………………………………………………………………

Sarı Gelin 1 


Eski bir türkü, son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu. Günlük bir gazetede çıkan yazıdan, türkü hakkında çeşitli iddiaların ortalıkta dolaştığını öğrendik (Hürriyet-2000). Önce bu iddialara bakalım: "Azerbaycanlılar, bu türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan Büyükelçisi, "Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki üç yüz yıldan beri söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu, bu türküyü Ermenilere mal etti!" diye dert yanıyor. 

Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır. 

Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından birinin âşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler, Kars ve Erzurum yörelerinde yaşamaktadır. 

Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 

Bu yazıda, Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Kıpçak Türklerinden bahisle, onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde durulmuştur. Sarı Gelin'in bu efsaneyle birlikte, birkaç varyantını tespit edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir halk oyununun bulunması, tesadüf olamaz. 

Eski bir türkü, son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu. 

Günlük bir gazetede çıkan yazıdan, türkü hakkında çeşitli iddiaların ortalıkta dolaştığını öğrendik (Hürriyet-2000). Önce bu iddialara bakalım: 

"Azerbaycanlılar, bu türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan Büyükelçisi, "Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki üç yüz yıldan beri söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu, bu türküyü Ermenilere mal etti!" diye dert yanıyor. 

Türkü tartışmasına katılan bir Erzurumlu: "Sarı Gelin, Ermeni kızıdır. Türkü, bir dadaşın bu kıza olan âşkının nağmeleridir." diyerek, türkünün hikâyesini Kurtuluş Savaşı yıllarına dayandırıyor. Bir Erzurumlu da, "Bu türkü, dadaş türküsüdür." diyor. 

Bir başka Erzurumlu, türkünün, bir filme meze yapıldığını, güftesinin çarpıtıldığını belirterek öfkesini dile getiriyor. 

Milletvekili olan bir vatandaşımız, yazdığı senaryodan bahsederken, "Ermeniden beter Ermeni" üslûbuyla devletimizin Ermenilere haksızlık yaptığı noktasında duruyor. Bu noktayı senaryosunun merkezi hâline getiriyor. Sarı Gelin türküsünü de, Erzurumlunun dediği gibi "meze" yapıyor! Milletvekilinin ifadelerinde şunlar da var: "Sarı gyalin anbele pare pare... Ermenice sarı, dağlı demekmiş. Dağlı gelin yani. Ermenilerin Erzurum'dan ayrılırken Sarı Gelin'in müziğini götürmelerinden daha doğal ne olabilir ki?" 

Bir başka yazar söze karışıyor: "Ulusal aidiyet tartışmasını abes buldum doğrusu. Müziğin vatanı olur mu? Sarı Gelin, kime ait olursa olsun, güzel bir türkü." diyor. 

Müziğin vatanı olur veya olmaz; ama siz gidip onun bunun dillerde dolaşan şarkısına, benim derseniz gülerler! Çok eski bir musıki tarihi olan milletin, kalkıp Ermeni'den türkü devşirmesi mümkün mü? Ama yüz yıllarca tebamız olmuş Ermenilerin bizden çok şey aldıklarını söyleyebiliriz. Bunun tersi de olabilir. Yani hakim halk, tebadan da alabilir. Türkçedeki kelimelerin kökenine bakarsanız görürsünüz. Bunlar olağan şeyler ama yüz yıllardan beri söylene gelmiş bir türkü söz konusu olursa, burada söyleyeceklerimiz vardır. 

Bir başka gazetede çıkan habere de göz atalım: "Yavuz Bingöl ve Yeşim salkım, Sarı Gelin'in sinema uyarlamasında Ermeni düşmanlığına karşı bayrak açacak." deniliyor. Bu filmde, türkücü Yavuz Bingöl, Ermeni kızı rolündeki Yeşim Salkım'a âşık Türk subayını canlandıracakmış (Milliyet-2001). 

Kıpçakların bir adı da Kuman'dır. Bunlara Ruslar Polovets, Ermeniler Xartes, Almanlar Falben derlerdi ki, bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına gelmektedir (Rasonyı-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim, Ruslar, Almanlar ve Ermeniler, Kumanları sadece "sarışınlar" diye isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70). 

Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü, yakışıklı oldukları, birçok kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük şair Genceli Nizamî, İskendername adlı eserinde, Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca şairin karısı Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak'ın güzelliği, şairi derinden etkilemişti. Nizamî, eserlerindeki kahramanlarda onu canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49). 

Kumanlar, XII. yüzyılda Gürcistan'da faaldiler. Gürcistan'ın parlak çağının başbuğu Kubasar, bir Kıpçaklıdır. Devletin, asker, maliye ve devlet işlerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara'nın damarlarında da (annesinden dolayı) Kıpçak kanı vardır (Rasonyı-1971: 145). 

Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan, onlara karşı savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı, Kuzey Kafkasya ve Kıpçak Eli'nde yaşayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karşı saldırılara başladı. Gürcüler, Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini yeniden ele geçirdiler (Berdzenişvili-Canaşia-2000: 142-143). 

Sarışın, insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar, Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bagratlı hanedanını, büyük bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi durumuna gelen Ahıska, Ardahan ve Göle dolayları, 1124'te Kıpçakların eline geçti. Gürcülerle aynı dini, Ortodoks Hristiyanlığı paylaşan Kıpçaklar, kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska, Ardahan, Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kırzıoğlu-1953: 377). Bugün Kür ve Çoruh ırmakları boyu ile Çıldır Gölü çevresinde yaşayan halk, Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84). 

Gürcistan'a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla 1267 yılında Tiflis'ten kopan Kıpçak Atabekliği Hükûmeti, III. Murat zamanında, 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti'ne katıldı (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska, Ardahan, Artvin ve Erzurum'un kuzey il&cce

0 yorum:

Yorum Gönder